top of page

ARTICLES

​FISH VIEW / BALIK BAKIŞI, Istanbul, Turkey 1954

FISH VIEW / BALIK BAKIŞI, Harem, Istanbul, Turkey 1954

Orhan Cem Çetin

Istanbul Art News

Ocak 2014

Yıldız Hanım ile Küçük Fotoğrafçının Tuhaf Hikayesi

Çocuktum. Kendimi şişman, dolayısıyla sevimsiz bulmamdan çok daha önemli bir şey çıkmıştı karşıma: fotoğrafçılık. Dört elle sarıldım ve bu güne dek bırakmadım.

 

Yaşdaş arkadaşım Murad Dunbay (ışıklar içinde yatsın) ile birlikte müthiş bir iştahla, yapmaya, öğrenmeye, anlamaya çalışıyorduk. O günlerde, duvarlara asılmış fotoğraflara da daha büyük bir dikkatle, gıpta ile bakıyorduk. Seçilmişlerdi, göz önünde tutulmayı haketmiş, büyütülmüşlerdi. Acaba bizim fotoğraflarımız da bir gün duvarlara kadar yükselebilecek miydi? Bunun formülü neydi?

 

Nerede, hangi duvarda karşımıza çıktıklarını hatırlamıyorum ama Murad ile, bir aile dostlarıyla ilgisi vardı galiba. Siyah-beyaz, kusursuz ahşap ev fotoğrafları. Mat kağıda basılmışlardı. Fazla büyük değillerdi. Gösterişsiz çerçeveler içinde, yalnızca birer ev. İçinde bir aksiyon, yükselen bir an, herhangi bir grafik numara vs olmayan, sadece birkaç sessiz ev görüntüsü. Orta format çekimler olduğu da bize bir şekilde söylenmişti sanırım.

 

Çakılıp kalmış, sessizleşmiştim. Yıldız Moran. Karşımda kişilik bulan, kimin elinden çıktığını -sadece bir isim de olsa (ama ne isim)- bildiğim, nedenini kestiremediğim halde çok ama çok etkilendiğim, hemen aklıma yazdığım işler. “Demek ki iyi fotoğraf böyle oluyormuş, yolum çok uzun.” diye düşünmüş, biraz endişelenmiştim.

 

Bu gerçekten upuzun, bu bitmez yolun, endişelerimi yendiğim, fotoğraflarımı duvarlarda görmeyi başardığım şu noktasında yine karşıma çıktı Yıldız Hanım. Ona gülümsedim ve “Bakın, başardım!” dedim içimden. Onu o zamanlar hayal etmeye çalışmıştım. Bir kadın olması da beni çok etkilemişti. Mesela annemi düşünmüştüm. Mesleğini laf olsun diye, bir mesleğe sahip olmak lazım diye yapmadığını, inandığı, seçtiği, bunu ille de ve tutkuyla, ve profesyonelce yapmak istediği için yaptığını derinden hissetmiştim. Bu yüzden o fotoğraflara çok daha büyük bir dikkatle, saygıyla, kendime örnek alarak baktığımı çok iyi hatırlıyorum. Hüzünlendiğimi, ama bu hüznün fotoğraflarda görünen yorgun evlerden değil, Yıldız Hanım’ı mükemmel ve fakat haketmediği kadar  yapayalnız bir insan olarak hayal etmemden kaynaklandığını da çok iyi hatırlıyorum. Bu çözümlemeleri şimdi yapabiliyorum. O esnada, çocuk ruhumda sadece çok ağır ama bir o kadar da güzel, terketmek istemediğim bir duygu oluşmuştu. Annemin gardrop çekmecelerine serpiştirdiği lavanta keselerinden birini ara sıra elime alıp, içine burnumu gömerek derin soluklar aldığımda gelen yoğun, yakıcı koku gibi. Neden böyle hissetmiştim? İki üç mütevazı ve ketum fotoğrafa bakıp da onu neden zihnimde bu kadar yalnız ve güçlü bir insan olarak canlandırdım? Hiçbir fikrim yok.

 

Sonraki yıllarda dergi, sergi, kulüp vs derken Yıldız Moran sanki bana unutturuldu, kaybolup gitti.

 

Pera Müzesi’ndeki sergiyi sessizce gezdim. Yıldız Moran’ı bir kez daha keşfettim. Biraz kendimden utandım, çokça mutlu oldum, ona gizlice selam verdim. Yanımda küçük oğlum Eflatun vardı. Ona bunlardan bahsetmedim. Kendi hissetsin istedim. Salonun kapkara bir dünyaya dönüşmüş olması ilgimi çekti, o ilk hüznümü hatırladım. Duvardaki hayat hikayesinin makasla kesilmiş gibi bitişi hele, çok canımı sıktı.

 

Ayrıca şunları hissettim: Yıldız Moran, çok daha modern, çok daha ayrıksı bir fotoğrafçılık yapmak istemiş ama o kadarına cesaret edememişti sanki. Yerine, buna dair ayrıntılar saklamıştı geniş planlarının içine. İlk bakışta o bildik, dönemin her vatansever fotoğrafçısına zorunlu hareketler arasında zerkedilen Anadolu’yu keşfetme vazifesinin sonucu gibi görülen pastoral, erdemli köy sahneleri. Gel gelelim, dikkatle bakınca Rus yapısalcılığı tavrını hatırlatan, altta yatan ya da kıyıya köşeye gizlenmiş çok daha farklı geometri oyunları, soyutlamalar, tertemiz istifler. Israrla siyah-beyaz. Renk beladır. Renk kafa karıştırır, geometriyi çoğu zaman görünmez kılar. Siyah-beyaz ise soyutlamadır, temizliktir, indirgemedir.

 

Hayatta olsa, bu sergiyi kesinlikle kendisi basmak isterdi diye düşündüm. Hayatta olsa kesinlikle tanışmamızı isterdi diye düşünmek istedim.

 

Hayatta olsa eminim çok daha minimal, hayalini kurduğum zerafetini çok daha net biçimde ortaya koyan, fotoğrafladıklarından çok kendisini, o çok merak ettiğim ve sanki hiç de şikayetçi olmadığı yalnızlığını anlatan fotoğraflar yapıyor olurdu.

 

Bunları, sergi ile birlikte tamamlanan kitabın kapağına ara sıra bakarak yazıyorum. Okuduğunuz sözlerin bana ve aklımdaki gizemli kadına dair olduğundan emin kalabilmek için, kapağı henüz aralamadım.

 

Şimdi kapağı açıp okumaya başlayabilirim. Ya da daha iyisi, o kapağı hiç açmaz, kapağı açsam bile yazılanları okumaz, hayal kurmaya ve onunla aramızdaki hiç bilmediği bağı kendimce yaşatmaya, köpürtmeye devam edebilirim.

 

Peşimi hiç ve iyi ki bırakmayan çocuk merakımı yenmeyi becerebilirsem, tabii.

 

Orhan Cem Çetin

Ocak 2014

 

http://orhancemcetin.wordpress.com/2014/01/06/yildiz-hanim-ile-kucuk-fotografcinin-tuhaf-hikayesi/

bottom of page