top of page

ARTICLES

YILDIZ V. MORAN, 1948

YILDIZ V. MORAN, 1948

Özlem Altunok

Istanbul Art News

Ocak 2016

Bir 'Yıldız' Sessizliğinde... 

Türkiye’nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısıydı ama ilkliği, tekliği en çok fotoğraflarında gizliydi. Sadece 12 yıl aktif olarak fotoğrafla ilgilendi. Anın içinde kaybolarak, gerçeğin derinine dalarak sessizce tarihe çentik atıyordu.

 

Önce 2011’deki İstanbul Bienali, ardından 2013’te Pera Müzesi’ndeki sergisi… 20. yüzyıla tarihlenen hayatı ve sanatıyla, 21. yüzyılda Yıldız Moran’la karşılaşmak bir zaman dilimine vedanın yanında ‘zamansız’ bir kavuşmaydı da. Çünkü tam da “Zamansız Fotoğraflar” sunuyordu Pera’daki serginin adı gibi Moran. Pek çokları ismini ilk kez bu sergiler vesilesiyle duydu. O zamansız fotoğrafları onu bugüne taşımış olsa da aynı zamanda uzun yıllar kıyıda, kenarda bırakmıştı. Ve aslında görülmemiş değil daha çok anlaşılmamıştı. Sonranın, başka bir zamanın fotoğraflarını çekiyordu. Unutulmaktan çok, göz ardı edildi bu yüzden.

 

Türkiye’nin akademik eğitim almış bu ilk kadın fotoğraf sanatçısının ‘gizli özne’liğinin ardında dışarıya, sokağa, hayata ‘bakan’ bir kadının özerkliğinin görülmek istenmemesi de yatıyordu yüksek ihtimal.  

 

Gelin görün ki fotoğrafları şimdinin ve geleceğin içinde kendine yer açarken onun gerçek zamanlı kişisel hayatından aniden çıkıverecekti.

 

“O denli varlığınızın bir parçası haline getirmelisiniz ki makineyi, konu ile aranızda bir engel oluşturmasın” diyordu fotoğrafla ilişkisini anlatırken. Varlığının bir diğer parçası Özdemir Asaf olunca, bir başka bütünlüğün içine daldı. Konu bu kez aşktı.

 

Belli ki, net bir kadındı Yıldız Moran. Boşuna değildi “Savaşım kendimle” demesi ve barışı aşkta bulacağını düşünmüş olsa gerekti. Aşk dediği öyle uçucu, havai bir şey de değildi. Herkesi karşısına almıştı ama bedelini de ödeyecekti. Nihayetinde içini dolduracağı kavramların peşindeydi. Bir kedi mesela, ‘bütün kedilerin kediliğini içermeliydi’. Tam ve tüm, o adanmışlığı yaşayamadığı yerde, yeni bir hayatın içine girebilirdi. Öyle de yaptı. 1962’de 30 yaşında fotoğraf kariyerini sonlandırdı. Sadece 12 yıl aktif olarak fotoğrafla uğraştı ama adını 1960’lardan bugüne taşıyan yine bu ‘tam ve tüm’ adanmışlığı oldu.

 

Belki pek çoklarına göre şanslıydı. 1932 yılında İstanbul’da idealist bir Cumhuriyet ailesinin içine doğdu. Babası Vahit Moran Genelkurmay Daire Başkanlığı’nda çalışıyordu ve fakat aynı zamanda ilk Büyük Türkçe-İngilizce Sözlük’ün yazarı da olan bir dilbilimciydi. Annesi tipik bir Cumhuriyet kadını Nemide Hanım, dayısı sanat tarihçi Mazhar Şevket İpşiroğlu, teyzesi ise Türk edebiyatının erken dönem yazarlarından Müfide Ferit Tek’ti. Babası da fotoğrafa düşkündü ya, aklına düşüren dayısı oldu. 1951 yılında Robert Kolej’i bitirir bitirmez İngiltere’ye gitti.

 

 

Gerçek ve yansımaları

 

Henüz 18 yaşındaydı ve büyük ihtimal fotoğraf kendisini anlamanın, var oluşunu anlamlandırmanın başlıca aracı olacaktı. O zamanlar fotoğraf ise bir asrı geride bırakmış tarihinde çıplak gerçeğe zum yapıyordu.

 

2. Dünya Savaşı’nın artçı etkilerinin sürdüğü, soğuk savaşın gölgesinin tüm dünyaya düşmeye başladığı yıllardı; söz konusu belgelemek, kaydetmek ise bunu en iyi belge fotoğrafçıları, fotomuhabirler yapardı.

 

Robert Capa, Henri Cartier-Bresson’un da kurucuları arasında olduğu Magnum fotoğraf ajansı 1947’de kurulmuş; misal Bresson, Mahathma Gandhi’yi suikaste kurban gitmeden önce görüntülemiş, Mao Zedong’un yükselişini takip etmiş, Endonezya’nın bağımsızlık mücadelesini izlemiş ve dahi Marilyn Monroe’nun portresini çekmişti. Akan tarih fotoğraf aracılığıyla açık ve seçik bir kenara not düşülüyordu.

 

Yıldız Moran’ın da derdi gerçekleydi ancak o gerçeğin türlü yansımasıyla ilgileniyordu. Net, dolaysız, olanı gösteren anlayışa karşılık, fotoğrafa bir sanat formu olarak yaklaşacak, gerçeğin derinine bakmayı tercih edecekti. “Fotoğrafın bir başka yönü daha var; sübjektif yönü. Gazete röportajı ile şairi ayıran yön” diyerek şiirden yana saf tutacaktı.

 

Tüm bu yaklaşımda İngiltere’de aldığı eğitimin yanı sıra edebiyatla iç içe bir ailede büyümesinin de etkisi vardı. Nihayetinde “Şairane olan her şey fotoğrafın konusudur” demiş biriydi. Hayatının merkezine bir şairin yerleşmesi belki pek de tesadüf değildi.

 

İngiltere’deki ilk yılında Bloomsbury Technical College’da, 1952-1954 yılları arasında da Ealing Technical College’da fotoğraf eğitimi aldı. Tiyatro fotoğrafçısı John Vickers’ın yanında, ki Angus McBean, Cecil Beaton gibi sanatçıların yetiştiği bir geleneğin izini sürüyordu, portre fotoğrafçılığı üzerine çalıştı. Böylece fotoğrafın farklı mecralarında farklı deneyimler edindi.

 

Ailesinin desteği daha çok maneviydi, devam edebilmek için para kazanması da gerekiyordu. Portekiz, İspanya, Monako, Yunanistan, İtalya… Avrupa’yı gezip fotoğraflarken bir kitap yayımlamayı planlıyordu. Yayımladı da. Balıkçılar, bir pazar yeri, kumsalda vakit geçirenler, gondolcular, sahilde yürüyen anne-çocuk, yaşlı, yorgun bir adam… Yüzlerden çok bedenlere, nesneler kadar gölgelerine, yüzeylere, dokulara odaklanıyor, kişiler ve objelerle arasına koyduğu mesafe, yüzeyselleştirmek şöyle dursun daha katmanlı anlamlar yüklüyordu fotoğraflarına.

 

Süssüz, temsiliyetsiz fotoğraflarında anları, hayatları aktarırken ne Batılı bir gezgin, ne de bir oryantalistti. Merih Akoğul’un da dediği gibi, “Moran, dünyayı adeta varoluşçular gibi kavradı. Zamanı bir fotoğrafçı gibi değil, bir felsefeci gibi ele aldı”. Anları topluyordu, bunu yaparken o anı, baktığı yer belirliyordu. Arayarak bulmuyor, karşısına çıkanın içinde bir arayışa giriyordu.

 

1953’te bu fotoğraflardan oluşturduğu bir seçkiyi Cambridge Trinity College’da sergiledi. Sergide yer alan 25 fotoğrafın tümü satıldığında henüz 21 yaşındaydı. 1954 yılı boyunca İngiltere’de beş sergi daha açtı.

 

 

Yeniden İstanbul

 

O yılın sonunda İngiltere macerasına son verip İstanbul’a dönecekti. Önce dayısı Mazhar Şevket İpşiroğlu’yla Anadolu gezisine çıktı. En çok anıldığı/konuşulduğu karakteristik fotoğraflarını da bu seyahatlerde çektiği çalışmalar oluşturacaktı. Van, Antep, Bursa, Urfa, bir ören yeri, bir köy ya da sahil kasabasında hem genç Cumhuriyet’in az gidilen köşelerini keşfedecek hem de kendi fotoğrafının sınırlarını zorlayacaktı. Hayatlara, o hayatların izdüşümlerine bakıyordu. Öyleyse diyalog önemliydi. Fotoğraflarının özneleri için “İnsanlara özerklikleri ve özgürlüklerini vermek için alışverişin de fotoğrafta bir payı olmalı” diyordu. Bu eşitlikçi alışverişin gerisinde teknik olarak ne yapacağını planladığı bir süreç uzanıyordu. Böylece ‘alana çıktığında’ sezgilerinin izini sürmeye hazır hale geliyordu. Teknik donanım ve yetkinlik önemliydi ama bu zaten olması gerekendi, tekniğin içeriğin önüne geçmesine ise izin vermiyordu. Fotoğraflarının gizemli atmosferini oluşturan öğelerden biri belki de sezgileriyle oluşturduğu bu gizli estetikti.

 

Anadolu’nun ruhunu sunmaya çalıştığı bu fotoğraflara ‘peyzaj’ diyordu. Kimisinde insan yoktu ama insanı anlatıyordu, bazısı ıssız ve durağandı ama içinde eylemi barındırıyordu. Anı belgelemek değil, ruhunu yakalamak istiyordu. Bunu yaparken de hayal gücüne, şiire yaslanıyor, “Fotoğraf aracılığıyla, hiç değişmeyen, evrensel olan ve işlenen konunun kavramını içeren fotoğrafı çekmek, tek amacımdır” diyordu. Geleneksel yaklaşımlar, doğrudan açılar, dengeli kompozisyonlar ve oranlarla çalışmıyordu ama fotoğraflarından yansıyan deneysellikten çok yalın bir şiirsellikti. Tüm bunların sonucunda karşısındakini, ki bu ağaç da olabilir, bir çocuk da, özneleştirdiği kadar kendisi de bir fotoğrafçı olarak özneleşiyordu.

 

1955-1957 yılları arasında İstanbul ve Ankara’da dört sergi açtı. İngiltere’dekinin aksine bu sergilerinde tek bir eser bile satılmayacak, dahası fotoğrafları ilgi bile görmeyecekti. Öte yandan ‘50’lere kadar daha çok resmi tarihe hizmet eden belge niteliğindeki fotoğraf anlayışı, Ara Güler ve Fikret Otyam gibi isimlerin haber fotoğrafçılığıyla biraz daha kişiselleşmeye ve ilgi görmeye başlıyor, büyük fotoğraf baskılarına yer veren Hayat dergisi gibi bir dergi geleneğinin tohumları atılıyor, basın-yayın olanakları genişliyordu.

 

Yıldız Moran’ın da hayatta kalmak için bir şeyler yapması gerekiyordu. Beyoğlu Kallavi Sokak’ta, Adalet Cimcoz’un da yardımıyla Maya Galerisi’nin üst katında bir fotoğraf stüdyosu kurdu. Cevat Şakir’den Haldun Taner’e, Adalet Cimcoz’dan Haldun Dormen’e ve elbette Özdemir Asaf’a çektiği pek çok sanatçı portresinden karşı tarafa yansıyan sıcaklık olacaktı. Para kazanmak içinse kartvizit basacak, kartpostal fotoğrafçılığı yapacaktı.

 

 

Bambaşka bir dünya

 

Fotoğraf dünyada da pahalı ve zor bir uğraştı ama Türkiye’deki teknik yetersizlik durumu daha da zorlaştırıyordu. Matbaalarla sorun yaşıyordu ki, birileri ona Özdemir Asaf’ın matbaasını önerdi. “Tarihini de verebilirim tanışmamızın,” diyordu: “4 Kasım 1954, saat 11.00. Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı Özdemir Asaf. Pırıl pırıl bir zekâ, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o.”

 

1962’de evlendiklerinde artık o ‘bambaşka dünya’yı yaşayacak, tercihini “Yirmi dört saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık” diyerek aşktan yana yapacaktı. “Biz hiç evlenmedik ya da hep evliydik” sözleriyle anlatacaktı geniş, renkli ve derin bir dünya sunduğunu söylediği Özdemir Asaf’la olan evliliğini.

 

Dört yıl içinde üç çocuk sahibi olduktan sonra ise yeniden fotoğrafa dönme isteğini yitirdiğini söyleyecekti: “1O yıl kadar hep tekrar başlamayı umdum. Ama arayı açtıktan sonra çok zor. Acımasız bir konu. Çok geniş olanakları var. Çok güzel bir anlatım yolu. Düzeyini korumak için büyük çaba gerekli. Her sanatta olduğu gibi, yarım olacak iş değil. Hiç yapmamak daha iyi.” 

 

Nurullah Berk’in fotoğraflarını tanımlamak için kullandığı ‘acımasız’ sözünü sanat hayatını sonlandırdığında üzerine giyinecekti. Belki de Özalp Birol’un “Moran’ın fotoğrafı bıraktıktan sonraki gizemli sessizliği, suskunluğu çok önemli. Bunu kimsenin tam anlamıyla çözebildiğini zannetmiyorum” sözlerine itimat edip, ihtimalleri saymaktan vazgeçmek ve buna ‘Yıldız sessizliği’ demek gerek.

 

Evlendiği yıl Edinburg’ta bir sergisi açıldı, 1970’te İstanbul’da bir başka sergi takip etti bunu. 1982’de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (MSGSÜ), Fotoğraf Enstitüsü tarafından sunulan onur üyeliği, tam da Özdemir Asaf’ın kaybının ardından iyi gelmişti.

 

Hayattayken açılan son sergisi ise 1988’de Adam Kitabevi’ndeydi. Tüm bu sergilerde hep 1962’ye kadar çektiği fotoğraflar yer alıyordu. ‘88’deki serginin Adam Kitabevi’nde yer almasının sebebi ise Özdemir Asaf’ın kitaplarının Adam Yayınevi’nden çıkmasıydı. Fotoğrafı bıraktıktan sonraki işi çevirmenlikti, Özdemir Asaf 1981’de öldüğünde de onun bütün kitaplarını yayına hazırlayan, kimilerini İngilizce’ye çeviren ve Eş Anlamlı Sözcükler ve Karşıt Anlamları Sözlüğü’nü kaleme alan kişiydi aynı zamanda.

 

1995’te yaşamını yitirdiğinde, Aşiyan’a Özdemir Asaf’ın yanına gömüldü. Onun da dediği gibi “İnsanı, fotoğrafının öyküsü ile değil de öyküsünün fotoğrafı ile saptamıştı”. Moran’ın insanı anlatan şiirsel öyküleri zamanla görünür oldu ama artık zamanla bir sorun yaşamıyor.

Özlem Altunok

Ocak 2016

bottom of page