top of page

ARTICLES

​WOMEN IN MARKET / PAZARDAKİ KADINLAR, Rome, Italy 1952

WOMEN IN MARKET / PAZARDAKİ KADINLAR, Rome, Italy 1952

Laleper Aytek

Istanbul Art News

Ocak 2016

Duyguyu Geçirerek Çoğalan Bir Göz 

“O denli varlığınızın bir parçası haline getirmelisiniz ki makineyi, konu ile aranızda bir engel oluşturmasın.”

Yıldız Moran

 

 

1990 yılı, (akademisyen olmak istemediğimi fark ederek), Oslo Üniversitesi’nde sosyal ekonomi yüksek lisans programını tamamlamadan fotoğraf yapma kararıyla beş yıl kaldığım Norveç’ten, döndüğüm yıl. “Nasıl yapacağım?” ya da “Yapabilecek miyim?” soruları arasında sürekli gel-gitler yaşadığım, ürktüğüm, sıkıştığım ve reklam fotoğrafçılığına başladığım ilk günler.

 

Bugünlerden birinde beni Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’nden arıyorlar. Ve 15 Nisan 1990’da, İstanbul’da, Fener’de açılan böyle özel konulu bir kütüphanenin varlığından haberdar oluyorum. Kütüphanenin düzenlemek istediği (sadece kadın fotoğrafçılara açık) “Kadın Gözüyle Kadın” başlıklı fotoğraf yarışması jürisine katılıp katılamayacağımı soruyorlar. Tekliflerini kabul ederken, içimden “Niye ben?” diye sorduğumu çok iyi hatırlıyorum. Henüz bırakın ‘kadın fotoğrafçı’ olmayı, fotoğrafçı olmak üzerine bile fazla cümlem, hatta fazla fotoğrafım bile yokken… Bu ilk telefonun, yarışma ve yarışma sergisinin ardından kütüphanede gönüllü olarak çalışmaya başlıyorum. İkinci bir beş yıl (bir üçüncüsü de 11 yıl sonra Bodrum’da) yaşanacak daha.  Çok şey öğrendiğim, değiştiğim, fotoğrafımı hissetmeye başladığım, bir 8 Mart şenliği için Esentepe’de karşıma çıkan baloncunun tüm balonlarını alarak arabaya bağlayıp hiçbirini patlatmadan E-5’ten 20 km hızla kütüphaneye kadar getirdiğim, ilk kişisel sergimi açtığım ve Yıldız Moran’la ve daha pek çok kadın sanatçıyla tanıştığım yıllar...

 

O gün, “Kadın Gözüyle Kadın” fotoğraf yarışmasının jürisinin beş kadın fotoğrafçıdan oluşuyor olması üzerinde hiç durmadığım, hatta fark bile etmediğim bir konuydu. Bugün (Emine Ceylan, Tülin Altılar, Yıldız Üçok, Füsun Yaraş Ertuğ ve benden oluşan) o jürinin Türkiye’de bugüne kadar düzenlenmiş fotoğraf yarışmaları içinde sadece kadın fotoğrafçılardan oluşan ilk ve tek (tıpkı Türkiye için Kadın Eserleri Kütüphanesi gibi) yarışma jürisi olmasına hala şaşırmamalı mıyım, yoksa kadınların bu sayılmazlığının fotoğrafta da hayatın hiçbir alanından farklı olmayan sürekliliğinin açık bir göstergesi olan bu bilgiyi okurlarla mı paylaşmalıyım, bilemedim.

 

Türkiye’de fotoğraf geleneğini ‘70’li yıllardan başlayarak çoktan oluşturan, asla da sorgulan-a-mayan bu vb. pek çok ayrıntı, algı ve temsil, normal sayılan seçkilerden şüphelenilmesinin önüne geçtiği gibi, farklı okuma ve bakmaların kapısının aralanmasını da neredeyse ‘90’lı yıllara kadar engelledi. ‘90’larla birlikte ve özellikle ikinci yarısından sonra Türkiye’de fotoğraf belki uzun yıllardır biriktirdiği, aradığı ama kendisine bir türlü yer bulamayan yeni bir bakışa; gözlemci-izleyici olmaktan katılımcı olmaya, dışardan bakmaktan iç bakışa yöneldi. Türkiye’de fotoğrafın önünü tıkamakta ustalaşan, bugün bile üretilebilen fotoğrafı katmansızlaştıran güzel görüntüler, birbirini tekrar eden ışık, gölge oyunları, sosyal mesaj içeren karelerden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlandı. Bunda Türkiye’de fotoğrafın en nitelikli dergisi Geniş Açı’da ve yine Geniş Açı’nın bir yayını olan “Genç Soluklar” başlıklı özel sayılarda yer alan ve içinde bugün artık fotoğraf dünyasında fark yarattıkları işleriyle var olan genç kadın fotoğrafçıların payını göz ardı edemeyiz.

 

Peki, 1990’lı yıllara kadar seçkiler içinde kadın fotoğrafçılara niye yer yoktu? Eksiklikleri ya da yapamadıkları neydi?  Seçkiler (ve jüriler) nasıl oluyor da sadece erkek fotoğrafçılardan oluşabiliyordu?  Naciye Suman,  Yıldız Moran, Semiha Es, Maryam Şahinyan, Eleni Küreman ve diğerleri neredeydiler, fotoğrafları neredeydi?

 

Peki, bizler bu farklı gözlerin, ayrı bakışların görünür olma taleplerini dile getirmekte geç kalmadık mı? Kaldık, hem de çok. Yıldız Moran’ın ve Semiha Es’in arşivlerini gördükten sonra daha da çok utandım, onların görünmezliklerinin böyle doğal kabul edilişindeki payımdan utandım.

 

1991 yılının haziran ya da temmuz aylarından biri olmalı, 24 yıl önce...

 

Kütüphanenin gelenekselleşen ajandalarının ilki “Kadın Ressamlardan Bir Kesit”.  Ve ikinci yıl da sırada fotoğraf olduğundan “Kadın Fotoğrafçılardan Bir Kesit” için çalışmalara başlanıyor. Yıldız Moran’la ilk karşılaşmamız (muhtemelen Beyoğlu Kallavi sokak 20 numarada Yıldız V. Moran Portre ve Peyzaj Fotoğraf Stüdyosu’nda çektiği fotoğraflardan) Ayşegül Sarıca ve Eren Eyüboğlu portreleriyle oluyor.

 

 İlk kadın fotoğrafçılarımızdan olduğunu öğreniyorum. Yıldız Moran, Ara Güler’den sadece dört, Fikret Otyam’dan ise altı yaş genç, yani aslında aynı kuşağın fotoğrafçılarından biri ama o yıllarda adı daha yok. Yıldız Moran Robert Kolej’in ardından İngiltere’ye fotoğraf okumaya gidiyor. Fotoğraf üzerine ‘50’li yıllarda akademik eğitim almak üzere İngiltere’ye giden, Cambridge’de açılan sergisinde bir günde 25 fotoğrafı satılan, fotoğrafa, hayata tutkulu, çok da cesaretli bir kadın.

 

Yıldız Moran için fotoğraf, “24 saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konu”.  Fotoğrafla geçen 12 yılın ardından radikal bir kararla fotoğraftan kopuşunu ise “Özdemir Asaf gibi bir baba bulmuşsa bir insan başka ne yapabilir? Dört yıl içinde üç çocuk sahibi oldum ve artık tüm 24 saatlerimi çocuklarıma adadım” sözleriyle açıklıyor. Bu bir seçim, hem de oldukça radikal bir seçim. Peki, Özdemir Asaf gibi bir şairle insan fotoğraf da yapmaya devam edemez miydi?

 

Şirin Tekeli ile birlikte Yıldız Moran’la tanışmaya, kendisinden 1992 kütüphane ajandası için fotoğraf istemeye Bahariye’deki evine gidiyoruz. Kapıda elinde bastonuyla heybetli bir kadın karşılıyor bizi. Gözlerimizin içine bakıyor. İçeride ilk hatırladığım bir piyano, piyano üzerinde ve yerde duran suntaya kaplanmış siyah-beyaz fotoğraflar. “Hangisini isterseniz alın, ben fotoğrafı çoktan bıraktım” diyor. Sesinde bir yorgunluk ve vazgeçmişlik hissediyorum, sağlığı da çok iyi değil belli ki. Yıldız Hanım’ı bugünkü ben olarak tanımayı, kendisiyle uzun sohbetler etmiş olmayı ve fotoğraflarını çekmiş olmayı çok isterdim. Çok az görebildim ama çok etkilendim.

 

“Zamansız Fotoğraflar”ın sergi kitabına yazacağım yazı için Difo’da Yıldız Hanım’ın arşivine bakarken bu kadar yıl nasıl böyle yok sayılabildiğini, görmezden gelinebildiğini düşünerek galiba daha çok öfkeleniyorum.

 

Yıldız Moran özellikle İspanya ve Portekiz fotoğraflarında estetik arılık yahut idealleştirme anlayışı taşımayan, Sontag’ın söylediği gibi; ‘öncelikle oradaki bir şeyi göstermenin peşinde’ olmadan, Arbus’un ‘haylazlık’ olarak tarif ettiği bir yaklaşımın izlerini hissettiriyor. Fotoğrafın bir şeyi göstermeye çalıştığında gittiğini, kalmadığını ancak görüntüden yansıyan her neyse onun duygusunu hissettirebildiğinde kalarak çoğaldığını ve çoğalttığını bilen aykırı bir göz.

 

Yıldız Moran’ın fotoğraflarının dili, fotoğrafı yapan zamanın değil, anın yoğunluğunun bir kanıtı gibi. Hayatı anıtsal karelerden değil, alışılmadık ayrıntılardan, çelimsiz ya da solgun ifadelerden bakarak bir anlamda maskesizleştirirken, izleyiciyi de hazır ifadelerden soyunmaya davet etmektedir adeta. Sessizce, mecbur tutmadan ama öyle gör-e-mediğimiz bir ayrıntıdan hayata bakarak ve baktırarak... Barthes’ın ‘imaları’ (connotations) ya da ‘punctum’u işte tam bu noktada devreye girebilir.

 

Bir şehrin, bir insanın, bir halin, bir yerin, bir duygunun derinleri bir fotoğrafçı için belki de cesaretli bir iç(e) bakış olabilir.

 

Hep beklediği bir ses, hiç duymadığı bir müzik, hiç paylaş(a)madığı bir acı, hiç sarıl(a)madığı, gözlerinin içine bakamadığı bir insan, hiç bilmediği bir tarih, geçmiş, bugüne kadar kişisel, toplumsal düzeyde karşı çıkamadığı bir hal ya da haller ya da ihlal etmek istediği duygular(ı)...

 

Buluşmak yahut karşılaşmak için tedirgin olmaya çok ihtiyacımız var. Bunu fotoğrafla, fotoğraf üzerinden yapabiliyor olmak kendi kabuklarımızda ve izleyicinin dünyasında delikler açmak ve nefes alabilmek için hayırlı bir vesile ya da büyülü, belirsiz bir aracı olabilir.

 

Önemli olan rahatlıktan kurtulmak, huzursuz olmak, etmek ve bu rahatsızlığı fotoğrafla karşılamak, farklı/yeni duygu ve soruları tetikleyebilmek, farklı/yeni, bilmediğimiz duygu ve sorulara dönüştürebilmek (hem kendimiz hem de izleyici için) değil mi?

 

Doğaya tekinsiz zamanlarından bakmak belki...

 

Hayatların, hayatlarımızın hiç iliş(e)mediğimiz, yokmuş gibi davrandığımız yüzlerine de değerek kabuklarımızı kırmayı denemek (böylece çoğalmak)…

 

Sanki ancak o zaman savunmasız kalabilir ve ancak böyle yakınlaşabiliriz kendimize ve hayata. O kalın savunma, meşrulaştırma (haklı gösterme) duvarlarımızı kaldırdıktan sonra...

 

Açıklayabildiğimiz değil, kendimizi içinde çaresiz, rahatsız, yalnız ve güçsüz hissettiğimiz zamanların, duyguların, mekanların, hallerin, süreçlerin tarif edilmezliği bize kabuklarımızı kırabilmemiz için bir şans tanıyabilir mi?

 

Yıldız Moran’ın fotoğraflarında tüm bu ayrılık ve aykırılıkların izinin olmadığını bize kim söyleyebilir?

Laleper Aytek

Ocak 2016

bottom of page