top of page

ARTICLES

​THE QUEEN OF SPADES / KUMARBAZ, Mersin, Turkey 1955

THE QUEEN OF SPADES / KUMARBAZ, Mersin, Turkey 1955

Samih Rıfat

Yıldız Moran – Fotoğrafçı, Adam Yayınları

Mayıs 1998

Bir Unutma ve Unutulma Öyküsü

Ellili yılların ünlü kadın fotoğrafçısı Yıldız Moran’ın, fotoğrafı bıraktıktan yıllar sonra, 1992’de yayımladığı Eşanlamlı Sözcükler ve Karşıt Anlamları Sözlüğü, son yıllarda elimin altından hiç eksik etmediğim, yazarken sık sık başvurduğum, sayfalarını karıştırdığım bir kitap. Eşanlamların da ötesinde, TDK’nin Kavramlar Dizini’ne benzer bir yaklaşımla ilişkili sözcükleri, çağrışımları da veren bu sözlük, yazı yazan kişi için gerçekten çok değerli bir kaynak. Geçenlerde, fotoğrafla ilgili bir yazımı yazmaya çabalarken, bu sözlükte fotoğraf maddesinin bulunmadığını şaşkınlıkla fark ettim. Yalnızca fotoğraf mı! Fotoğraf makinesi, kamera, karanlık oda, film gibi sözcükler de yoktu sözlükte. Olması gerekli miydi? Belki de değildi; ama sözlüğü hazırlayan kişi, adı söylenceleşmiş eski bir fotoğrafçı olunca iş değişiyordu. Örneğin sinema vardı bir dizi karşılığıyla da fotoğraf yoktu. Aradım taradım, hazırlayıcısının yaşamında onca önemli bir yer tutan fotoğraf uğraşını anımsatan hiçbir sözcük bulamadım sözlükte. Bulabildiklerim de eksiltilmiş gibiydi. Sözgelimi objektif sözcüğünün karşısında adese, mercek, mercek dizgesi sözcükleri vardı ama fotoğraf anımsatılmıyordu bile. Sözlük fotoğraftan arındırılmıştı sanki. Yıldız Moran’ın bilinçaltından yansımış gibi duran bu eksiklik, bu unutma, beni yıllar öncesinin başka bir unutuş/unutuluş öyküsüne, Yıldız Moran’ın fotoğrafçılık yaşamının şaşırtıcı öyküsüne geri götürdü.

 

Önce bir tutku öyküsüdür Yıldız Moran’ın fotoğrafçılığının öyküsü; sonra da bir özveri ve vazgeçme öyküsü. Fotoğraf tarihimizin, çağdaş anlamda ilk kadın fotoğrafçısıdır Yıldız Moran; belki de ülkemizin ilk ciddi fotoğraf eğitimi almış, “okullu” fotoğrafçısıdır. Önceleri resim yapmaya niyetliyken dayısı, ünlü sanat tarihçisi Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun yüreklendirmesiyle İngiltere’ye gitmiş, Bloomsbury Technical College ve Ealing Broadway Technical College’de fotoğraf eğitimi görmüştür. Daha sonra o yılların ünlü bir İngiliz portre fotoğrafçısının yanında kısa bir süre çalıştığını ve İngiltere’de kaldığı dört yıllık süre içinde, Cambridge’de bir, Londra’da beş sergi açtığını, İspanya ve Portekiz fotoğraflarından oluşan bir fotoğraf kitabının hazırlıklarını yaptığını biliyoruz. Bundan daha iyi, daha parlak bir çıkış mı olur! Türkiye’ye döndüğünde de hızı kesilmeyecektir Yıldız Moran’ın. İstanbul’da ve Anadolu’da fotoğraf çeker coşkuyla; sergiler açar, uluslararası sergilere katılır. Beyoğlu’nda Kallavi Sokak’ta, o yılların sanat nabzının attığı en önemli noktalardan biri olan Maya Galerisi’nin üstünde bir stüdyo açar. Bu stüdyoda hem çalışır, çekimler yapar, hem de fotoğraflarını sergiler. Basında, “kapanmayacak bir sergi!” tanımıyla söz edilir bu stüdyodan. Dönemin sanat eleştirmenleri bu dinamik ve tutkulu genç kadının işlerine ilgi duyarlar; gelip kendisiyle söyleşiler yaparlar, fotoğraflarını gazetelerinde, dergilerinde basarlar.

 

Günün birinde stüdyoyu gezen ressam Nurullah Berk, Fransızca yazdığı bir yazıda “anıtsal fotoğraflar” diye söz eder orada gördüklerinden ve Moran’ın sanatı üstüne, bence önemini bugün de koruyan düşünceler ileri sürer: “Yıldız Moran’ın fotoğraflarını kesin biçimde tanımlayacak bir sözcük bulmak gerekseydi, bu fotoğrafların her şeyden önce acımasız, hatır gönül tanımayan fotoğraflar olduğunu söylerdim.

 

Açıklayayım : Çoğu kez fotoğrafçılar — en iyileri bile — hoşa giden görüntüler yaratmaya çalışıyorlar. Aşırı biçimde kullanılmış ışık oyunları, kolayca bir atmosfer yaratan yansımaların bolluğu, ‘yazınsal’ bir yanın ağır bastığı hoş çerçevelemeler, kadının zarifliğini öne çıkaran ‘monden’ ve gönül okşayıcı portreler, bunların hepsi hoşluğa yönelen ve bir sanatçının görüntülerinde bol bol yaratabileceği şeyler. Objektifleriyle evrenin yalnızca göze hoş gelen görüntülerini yakalayan fotoğrafçıların gördüğü büyük rağbet de buradan geliyor; çünkü çiğ bir biçimde gözümüz önüne serilen gerçeği yok sayma eğilimi hepimizde var olan bir eğilim, (...) Yıldız Moran durmadan geziyor ülkenin içlerinde ve beklenmedik olanın peşinde koşan bir görüntü avcısına sayısız olanaklar sunan en uzak, en zor ulaşılır köşelere bile gitmekten çekinmiyor. Yüzyıllık duvarlar arasında yılan gibi kıvrılan sokaklar, kayalara oyulmuş evler, yün eğiren, iş işleyen kadınlar, balıkçılar, beyaz badanalarıyla göz alan duvarların gölgesinde oynayan bebeler, çoban portreleri, koca ceylan gözleriyle genç köylü kadınları, tüm bir Anadolu dünyası geçiyor gözlerinizin önünden bu büyük fotoğraflara baktığınızda; ve bu yapıtların anıtsallığı, dışavurum güçlerini bir kat daha arttırıyor.”

 

Ellili yıllar, Türk fotoğrafında yeni bir dönemin açıldığı yıllardır. Ara Güler’in görkemli “foto muhabiri” yaşamı bu yıllarda başlar; Fikret Otyam’ın ilk Doğu ve Güneydoğu Anadolu röportajları bu yıllarda yayımlanır ve büyük ilgiyle karşılanır. Hayat dergisi, batı ülkelerinin büyük ve özenli fotoğraf baskılarına yer veren dergiler geleneğini ülkemize taşımıştır. Fotoğraf dünyasında, basın ve yayım olanaklarının gelişmesine paralel bir canlılık izlenmektedir ve sonraki yılların birçok önemli fotoğrafçısı bu yıllarda yetişecektir.

 

Yıldız Moran da tam bu ortamın fotoğrafçısıdır; bir stüdyo fotoğrafçısı gibi yola çıkmasına karşılık o da özellikle Anadolu halkının yaşamını tanıtan fotoğraflarıyla tanınır. O dönemde kendisiyle yapılan söyleşilerden fotoğrafı sevdiğini, önemsediğini, ileride sinemayla da uğraşmak, belgesel filmler yapmak istediğini öğreniyoruz. Fotoğraf konusunda söyledikleri, bu uğraşa büyük bir tutkuyla bağlandığını ve ciddi bir sanat kültürü taşıdığını açıkça gösteriyor. Cambridge Trinity College’de açtığı bir günlük sergide yirmi beş fotoğraf sattığı halde İstanbul’da açtığı bir sergide tek bir fotoğraf satamamış olmak şaşırtıyor onu. Ama yılmıyor; bir Türkiye albümü hazırlamayı düşünüyor. 1959 Ocak ayında çıkan bir gazete haberinde, Yıldız Moran’ın çok yakında Almanya’da bir sergi açacağı, iki yüze yakın fotoğrafla “Anadolu medeniyetini ve güzel İstanbul’u” oraya taşıyacağı bildiriliyor. Yine aynı haberden fotoğrafçımızın Paris’e geçeceğini, orada da bir sergi açacağını ve sonra da olasılıkla Amerika’ya gideceğini öğreniyoruz. Bu sergi projeleri gerçekleşti mi bilmiyorum. Bildiğim, bu denli parlak bir başlangıç yapan bu ilginç kadının üç yıl sonra fotoğrafı bütünüyle bıraktığı. Nedenini de açıklıyor bunun: evliliği ve çocukları! 1983 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları söylüyor Yıldız Moran:

 

“Yirmi dört saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, hayata özgü bir aşamanın bir yerini, kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı (...) Birden yirmi dört saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa daha önemli konular var mı benim için diye düşündüm. Daha önemli şeyler olduğuna- karar verdim ve on iki yıl sonra bıraktım bu işi.”

 

Bu bırakma, unutma (sözlükteki gibi mi?) ve unutulmayı da birlikte getirdi Yıldız Moran’ın yaşamına. O fotoğraf dünyasından, fotoğraf dünyası ondan uzaklaştı. Ara sıra onu anımsayanlar oldu gerçi; orada burada Yıldız Moran’ı ve geçmişte kalmış sanatını konu alan tek tük yazılar çıktı, 1982 yılında İstanbul DGSA Fotoğraf Enstitüsü’nün Onur Üyesi kabul edildi. Ama yüz elli yıllık bir fotoğraf geçmişi olmasına karşın “fotoğraf müzesi”ni bir türlü kuramamış, fotoğraf kitaplarının ancak son on yılda doğru dürüst basılabildiği bir ülkede Yıldız Moran’ın bir fotoğrafçı olarak gereğince anımsanması da beklenemezdi. Yeni kuşaklar, oraya buraya sıkışmış bir iki kare dışında onun fotoğraflarını görmediler (son sergisi 1970’te açılmıştı) ve Yıldız Moran, kimi zaman Özdemir Asaf’ın eşi (soyadını pek kullanmasa da), kimi zaman bir sözlük yazarı olarak tanındı daha çok (babası Vahid Moran’ın Türkçe-İngilizce sözlüğünü genişletip yayına hazırlayarak çok önemli bir hizmeti de bu alanda vermişti Yıldız Hanım).

 

Fotoğrafı bırakma öyküsüne gelince, bu konuda Yıldız Moran’ın söylediklerine çok da inanmak istemiyorum. Bir sanat tutkunu, yalnızca çocukları ve ailesi için tutkusundan vazgeçer mi? Şimdi adını anımsamadığım bir Fransız yazarı (Malraux olabilir), beni çok düşündüren ve yaklaşık olarak şöyle dile getirebileceğimiz bir düşünce ileri sürüyor: “Yaratıcılık, sanatçıların üstünden gelen ve onları aşan bir şeydir. Bu nedenle de sanatçılar, yaptıklarının bilincinde değildirler çoğu kez.” Çoğu has sanatçıda duyumsadığım bir şeydir bu benim. Çoğu kez, neyi neden yaptığını bilmez sanatçı; doyurucu açıklamalar getiremez yaptıklarına. Belki de bu alanda hiçbir şeyin akılcı bir açıklaması yoktur. Yaratmanın bir açıklaması yoktur; yaratmaya başlamanın bir açıklaması yoktur... Durdurmanın, bitirmenin de yoktur. Sanat alanına giren her şey için olduğu gibi: “Sessizlik ve sırdır ötesi”.

Öyle ya da böyle, bu ülkede bir “fotoğraf müzesi” kurulduğunda, geçmişin değerleri, gecikmiş bir kadir bilirlikle bir araya getirildiğinde Yıldız Moran’ın orada çok sıcak ve heyecan verici bir köşesi olacak, bundan hiç kuşkunuz olmasın!

Samih Rıfat

Mayıs 1998

bottom of page