top of page

ARTICLES

ym-4354-BQ-DATE-IST_resize.jpg

BAHE, Mardin, Turkey 1955

Deniz Türker

Paper, Issue 5

1 Mayıs 2024

 

Yıldız Moran'ın Mardin'i 1950'ler 

 

Türkiye’nin akademik eğitim almış ilk profesyonel kadın fotoğrafçısı Yıldız Moran, Mardin’de çektiği fotoğraflarla karşımızda. Bu fotoğraflar ilk kez 6. Mardin Bienali’nde sergileniyor. İslam sanatı ve mimarisi tarihçisi ve Harvard Üniversitesi’nin Sanat ve Mimarlık Tarihi ile Orta Doğu Çalışmaları çift anadal programından mezun olan Deniz Türker, Moran’ın “görsel anlatıları ‘çerçeveleme’ yeteneğinin” Mardin’de sergileneceğini söylüyor. Türker, makalesinde Sanayi313 PAPER #05’in kapağını süsleyen Yıldız Moran’ın kendi gölgesini de yakaladığı tek fotoğrafa işaret ediyor. Fotoğrafta, gözleri hasar görmüş genç bir yetim çocuk var, elinde Süryanice bir el yazması tutuyor.

Türker’in yazdıklarını okurken, bu oğlan çocuğunun Moran’ın kalbini nasıl da yakaladığını anlıyoruz. Öylesine yakalıyor ki onun portresinde bir gölge olarak kendisi de yer alıyor.

Yazan: Deniz Türker

Fotoğraf: Yıldız Moran’a Saygı

Yıldız Moran, Mardin’e 1950’lerin sonlarına doğru gelmişti. Yalnız seyahat etmezdi. Yirmili yaşlarının başında, bilim insanlarından oluşan bir ekip içindeki tek kadın çoğunlukla o olurdu. Her yıl, İstanbul Üniversitesi kapılarını yaz tatili için kapattığında, farklı disiplinlerden (sanat tarihi, edebiyat, sinema, arkeoloji) bir grup özverili bilim insanı önceden belirlenmiş Anadolu turlarına çıkardı. Grubun lideri genellikle Moran’ın amcası Mazhar Şevket İpşiroğlu olurdu. Almanya’da eğitim görmüş bir estetik felsefecisi ve sanat tarihçisi olan İpşiroğlu o dönem üniversitede yükselen beşeri disiplinlerde söz sahibiydi. Bu gezilerin bazılarında uluslararası film festivallerinde ödül almış olan kısa belgesel filmlerler çekilmişti. Örneğin 1956 Berlin Film Festivali’nde 28 dakikalık, siyah beyaz belgesel “Hitit Güneşi” Gümüş Ayı ödülüne lâyık görülmüştü.

Geziler içinden kimi diğerlerinden daha iyi belgelendi; her zaman değilse de, üniversite bültenlerinde bir-ikisinin altı çizildi, fakat diğer pek çoğu hâlâ keşfedilip üniversite arşivlerinden çıkarılmayı bekliyor. Mardin’i de kapsayan tur, henüz belgelenmemiş olanlardan biri, ancak Moran’ın fotoğraf arşivine bakılırsa, grubun muhtemelen Urfa, Batman (Moran’ın çektiği Hasankeyf’in su altı öncesi görüntülerinde, esrarengiz eski zamanlar gelecekteki su baskınını öngörmüş gibi adeta yas tutuyor), Bitlis ve Diyarbakır’ı da ziyaret etmiş olduğu söylenebilir. Moran olağan hayatı öne çıkarmış, tarihi harabeler arasında kütük istifleyen iki kadınla birlikte yöre hayvanlarının bir bölümü de kareye girmiş.

Türkiye’nin doğusu ile güneydoğusunun İstanbul’lu grup için yabancı olduğu besbelli. Çoğunlukla az nüfuslu, yoksul kasabalarla, imparatorluktan ve savaşlardan geriye kalan manzaralarla, yeni belirlenmiş sınırların ötesine uzanan tarihi kalıntılarla karşılaşmışlar. Mardin’in safran rengi kalker taşının kafes oyma işçiliğine uygunluğu ve yumuşak parıltısı, şehrin teraslı evleri, dev bir kayanın güney yamacına kurulmuş, nefes kesici Mezopotamya manzarasına yukardan bakan görkemiyle bu kentin belgelenmesi şart gelmiş olmalı. Grup üyeleri kayıt etme gayretiyle hareket etmiş, bulgular hep bilimsel kitaplara, yarı-turistik broşürlere ve deneysel sinematik kısa filmlere dönüşmüş. Moran, mimari yapıları fotoğraflama konusunda deneyimliydi, ancak özellikle yakın çekim ayrıntıları seviyordu. Londra’da eğitimini tamamlayıp Türkiye’ye dönmeden önce Avrupa’da yaptığı fotoğraf turu, özellikle Endülüs şehirlerinde geçirdiği zaman, karmaşık yüzey süslemelerini incelemesine ve fotoğraflamasına olanak sağlamıştı. Alhambra’nın sıvalı duvarlarındaki ve Cordoba Büyük Camii’nin parıltılı mihrabındaki Arapça çizimlerle, çağdaşı Mardin-Kızıltepe Büyük Camii’nin oyulmuş taş mihrabındaki çizimler arasında bağlantı kurmuş muydu acaba? Hiç şüphem yok ki kurmuştu.

Moran’ın, geçtiği ve fotoğrafladığı tüm o yabancı yerler içinden en çok Mardin’e bağlanması ile ilgili az bilinen bir gerçek daha var. En sevdiği portre fotoğrafçısı, Ermeni asıllı Kanadalı sanatçı Yousuf Karsh (ö. 2002), bölgenin tarihindeki en felaket zamanlardan biri sırasında Mardin’de doğmuş ve bir süre orada yaşamıştı. İşte Karsh kendi sözleriyle, yirminci yüzyılın başlarındaki Mardin’i anlatıyor; bu sözler Moran ve akademik seyahat arkadaşlarının gözünden kaçmış olamaz:

"Ben, Ermeni kökenli, Mardin’de, Ermeni bir ailenin çocuğu olarak 23 Aralık 1908’de doğdum. Babam ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu, ancak olağanüstü bir zevki vardı. Nadir ve güzel şeyler - mobilya, halı, baharatlar - alıp satmak için uzak diyarlara seyahat ederdi. Annem, o günlerde az görülen oldukça eğitimli bir kadındı, özellikle sevdiği İncil’i çok iyi okurdu. Hayatta kalan üç çocuklarından en büyüğü bendim. Kardeşlerim Malak ve Jamil, bugün Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyorlar, Ermenistan’da doğdular. En küçük kardeşim Salim ise daha sonra Suriye’nin Halep kentinde doğdu, bizim doğduğumuz yere yaklaşmakta olan zulümden kurtulmuştu.

Kat kat yükselen binalarının Babil’in Asma Bahçeleri’ni andırdığı söylenen, meyvelerinin lezzetiyle sakinlerini gerçek Cennet Bahçesi’nde yaşadıklarına inandıran Mardin’in, 1915’te vahşetin sahnesi olması ironilerin en acıklısıdır. Zulüm ve işkence her yerdeydi; yine de hayat - korku dolu olsa da - devam etmek zorundaydı. Acımasız, iğrenç bir zulüm ile bir hastalık erken dönem anılarımın arasındadır: evlerinden koparılmış, sebepsiz yere hapse tıkılmış, sonra da canlı canlı bir kuyuya atılarak ölmeye terk edilmiş iki sevgili amcama yiyecek paketleri götürüştüm; ve kız kardeşimin, annemin ihtimamlı bakımına rağmen öldüğü tifo salgını. O günlerle ilgili anılarım, garip bir karışım oluşturuyor: kan ve güzellik, zulüm ve barış."(1)

 

Kısacası, Mardin Bienali’ni ziyaret edenler, Moran’ın özellikle portrelerindeki ve tabii diğer bütün fotoğraflarındaki katmanları fark etmek durumundadır. Moran, Mardin’in yetenekli oğlu Karsh’a saygı duruşunda bulunur; dünya çapında ününün doruğundayken Churchill, Picasso ve Hemingway gibi isimleri, dahası Martha Graham, Marian Anderson ve Georgia O’Keefe gibi isimleri fotoğraflarken dahi, eserleri memleketinden hiç geçmemiş olan Karsh’a.

Moran’ın Mardin portrelerinde iki ana karakter bulunur. Deyrulzafaran Manastırı’nın Süryani keşiş-papazı ve başrahibi Cebrail Allaf, güzel sesiyle, bölgenin birçok diline (Aramice, Arapça, Kürtçe, Türkçe, klasik Yunanca ve Süryanice) derinliğine hakim olmasıyla ve manastırdaki zengin el yazması koleksiyonuyla tanınır. Moran’ın kamerasının önünde ya ona karşı nazik, cömert bir gülümsemeyle ya da ziyaretçilerini yönlendirirken görünür. Diğeri ise eline İsa’nın Çarmıha Gerilişi’ni gösteren ışıklı Süryanice bir el yazması tutuşturulmuş genç bir çocuk. Bu, Moran’ın kendi gölgesinin de göründüğü nadir bir fotoğraf. 10 yaşında manastırın kapısına bırakılmış bir yetim olan bu çocuğun bakışındaki tuhaflık, sadece ellerinde tutmakta olduğu nesnenin kutsallığından dolayı değil, aynı zamanda gözlerinin hasar görmüş olmasında da kaynaklanır. Cebrail Allaf’ın gözetiminde manastırda büyümüş, sürekli annesinin dönüşünü bekleyerek kapıda durmuş, böylece mekânın sembolü haline gelmiş bu çocuk. Bahe, Süryanice’de bülbül anlamına gelir. Genç Bahe, Moran’ın kalbini öylesine yakalamıştır ki portresinde bir gölge olarak kendisi de yer alır.(2)

 

1      https://karsh.org/a-brief-biography/

2.      2014 yılında ölen Bahe (Cirrcis Kaplan), 2013’de Haydar Demirtaş’ın çektiği ve Süryani ailenin izini Suriye’ye kadar süren Misafir adlı aydınlatıcı             bir belgesele konu olmuştur.

bottom of page